İstanbuldan Toroslara: Köyde İlk Yılımız Bitti

Hayat bazen insanı hiç aklında olmayan maceraların kucağına bırakıverir.

‘Olmalıı mı olmamalı mııı’ diye düşünmeden kişi, olmuş bitmiştir her şey hani.. İnsana tebessüm ederek ‘vardır bunda da bir hayır, hadibakalım’ demek kalır ya sadece.. İşte bizim İstanbuldan ayrılışımız öyle oldu.

Köy bilmez, şehir yavrusu benim, ömrüm köy hayatı hayali kurarak geçti. Alpleri falan düşlemiş olabilirim çocukken, çok severim dağları…  ama toroslar aklımın ucundan bile geçmezdi. Hayat işte,  beş yıl daha oturduğumuz evden dahi ayrılma planımız yokken bir hafta içinde evimizi, mahalleyi, semti, şehri, bölgeyi bırakıp ülkenin öbür ucunda buluverdik kendimizi.

 

Toroslar çağırdı sanki, büyülendik, düşünmedik, nefes bu nefes dedik, geldik. Anlatmıştım daha önce geldiğimizde kalacağımız ev, yer bile belli değildi. Kısa bir süre evsiz kaldık.

Caddebostanda başlayan hikaye çukurovada devam etmek istedi. Ailelerimiz bile inanamadı. Şaka diye düşündü. Hele bir de köyde yaşayacağımızı duyan eş dost en fazla iki ay verdi. Herkes ‘heves bunlar, kolay mı o yapacağınız, şehirlisiniz, plaza insanısınız ikiniz de, sosyal hayat ne olacak? , dayanamazsınız’ cümlesinde birleşmişti.

Yerleştikçe biz şaşıranlar, deli diyenler, tebrik edenler ‘ah benim hayalimi yaşıyorsunuz’ diyenler hatta bizden cesaret aldığını söyleyip bahçeli evlere geçenler, kırsala göçenler, teşekkür edenler de oldu.

Bir yılı devirdik. Hayatımızı sürdürülebilir bir çerçevede yaşamaya çalışmaya zaten metropolde başlamıştık. (zira sürdürülebilir evlilik 5 yaşında. şurada bahsetmiştim bir süre önce)   Değişen pek bir şey olmadı. Ama gelişen ve dönüşen, bizi daha da huzurlu bir eşiğe yaklaştıran şeyler öyle çok ki, kelimelerle anlatmak kolay değil.

“İstanbuldan sonra köy hayatı nasıl, alışabildiniz mi?” eşin dostun en çok sorduğu soru. Soner de ben de çok rahat şunu ifade edebiliyoruz, bunda hem fikir olmamız garip gelebilir ama, ikimiz de sanki ‘istanbul’da yaşamamışız gibi hissediyoruz. Metropolün izleri yok üzerimizde, bahçesi olmayan bir evdeymişiz, şimdi az ötesine bahçeli bir eve taşınmışız gibi. Sanki hep buralardaymışız. Neyse ki o içindeyken insanı çok örseliyor, yaralıyor gibi gelen şehrin hasarı kalıcı değilmiş. Çok şükür. Zaten biz orada da evimizde terasımızda oldukça huzurluyduk, kaos bizi yoran şeydi. O çıkınca aradan, yok oldu gitti şehir hayatı. Özümüze, köklerimize, ata ruhlarımızın hallerine biraz daha yaklaştık.

Bu deneyim hisleri kolay anlatılır bir şey değil. Üstelik köyden köye, bölgeden bölgeye, hatta kişiden kişiye bile büyük farklılıklar göstereceğini düşünüyorum ben süreçlerin. ‘şu şöyle oluyor, bu sorun böyle aşılıyor, şehirden kırsala göçen için şunlsr şöyle oluyor’ gibi formülleri olmaz bu işin gibi geliyor bana.

Ama metropol hayatı ve köy hayatının bizim için bariz farklarından bahsedebilirim kısaca.

#İstanbulda şunu yapardık ahh, mahrum kaldık dediğimiz tek bir şey yok. (bu yazıyı yazmadan önce sonere de tekrar sordum aklıma gelmeyen bir şey var mı diye, ı ıhh yok.)

#Şehirdeki dip ses (uğultu) burada yok. Bu bizim için oldukça büyük bir nimet. İnsan içinden çıkana kadar farketmiyor ama o dip ses, beynimizi mahvediyormuş. Varlığının farkında olmada içinde yaşadığımız ‘havadaki uğultu’ nun yokluğu dağın sessizliğinde çok net farkediliyor. İri böceklerin ayak seslerini duyabildiğiniz bir sesizlik hayal edin, işte esasında atmosfer öyle dinginmiş de elektrik, trafik vs insan işte, onu sese boğuyormuş. Sessizlik kıymetlimiss.

#Karanlık, şehirde bildiğimiz karanlıktan başka bir şeymiş. Gece başka çöküyor şehirden uzakta. Ve aslında karanlık ürkütücü değilmiş de karanlıktan çıkıverecek insanmış ürküten. Karanlık sakinleştiriciymiş, dinlendiriciymiş. Gece ışığın en görkemli haliymiş, yıldız sevicisine.

#Başını kaldırınca gökyüzünü sek görmek, ufka bakabilmek, günü batarken açık gökte izlemek, ‘işte ben bu göğün altında yaşıyorum, bu benim göğüm, ben bu göğe aitim’ i taa içinden bilmek,  insanın ölmeden illa da tatması gereken bir hismiş. Hiç bir gün aynı batmıyormuş, her biri ayrı büyülüymüş

#İnsanın evinin istediği yerinde dilediği anda ateş yakabilmesi keyiflerin en büyüğüymüş bizim gibi ateşin sıcağına aşık olanlara. Serin bahar geceleri bahçede ateş yakıp başında sohbet etmek, çay demlemek, patates közlemek dünyanın en büyük lükslerinden biriymiş.

#Şehirde bugüne dek kaç mevsim geçişi yaşamışsak hepsi yalanmış. İklimin, mevsimin nabzını tutmak için doğanın ritminde yaşamak gerekmiş. Komfor alanının dışında olmak. İçinden gelen, seni dürtükleyen “mevsim değişiyor hazır mısın?!” diyen sesi duymaya başlamadan “ne mevsimler geçirdim ben piii” desek inanmaymış. İşte o ses, en ‘ilkel bizden’  bize mirasmış, nasıl da kıymetmiş.

#Yavrunu elinle yetiştirdiğinle besleyip büyütmek tarifsiz his, bir de onun büyüyüp seninle bir şeyler yetiştirmesi, kendikendine öğrenmesi,  toprağı dinlemesi, o temiz gıdayla beslenmesi varmış ki dünyalara bedelmiş.

#Topraktan, arılardan, bitkilerden,  tohumlardan, tavuklardan, kuşlardan, ağaçlardan, güneşten, bulutlardan, rüzgarlardan öğreneceğimiz ne çok şey varmış. Bir zaman kitaplarda aradıklarımızı şimdi ilk ağızdan, kendi dillerini öğrenmeye çalışarak anlamaya çabalamak dünyanın en eğlenceli inisiyasyonuymuş.

#Bahçende balkonunda yabancı kimseyle gözgöze gelme endişen olmadan yatıp kalkmak ailecek dansetmek müzik dinlemek, o kişisel alana sahip olmak paha biçilemezmiş.

.

.

Daha da çok şey var devam etsem yazılacak. O kadar uzamasın.

Sıkmayayım.

Sorulan sorulardan başladık öyle bitireyim ” Geri dönmeyi düşünüyor musunuz?” Buraların deyimiyle ‘bizim aklımız yelli’, yarın ne yapacağımız bile belli olmaz.Ama şunu diyoruz “bu rahatı huzuru tattık, hayatımızdan çok memnunuz, daha kısıtlı bir hayat inşallah artık bize yazılmasın, tavukların özgür dolaşamadığı topraklardan sıramızı savmış olalım, amin”

.

.

Aşağıya bir video bırakıyorum, uzunca. İlk yılımızın ilk yarısı nasıl geçti, neler yaptık birazcık bahsediyor. Anı kumbarasına atalım istedik, burada da bulunsun.

.